KİTAP ADI:
NUR BABA
YAZAR:
YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU
Din, insanın kendi
kimliğini belirlemesindeki en önemli unsurlardan bir tanesidir. Bireyin inanç
ile ilgili duruşu, ‘ben kimim/neyim?’ sorusuna verilen cevabı tamamladığı için
önemlidir. Dinin dogmatik niteliği düşünülürse, kişinin inancını tanımlaması, kimliğin
belki de en hassas göstergeleri arasında yer almasına sebebiyet vermektedir. Zira
bireyin kendisini bağlı hissettiği din, bireyin hayat tarzını derinden etkilemekte,
değiştirilmesi pek tercih edilmemekte veya değiştirildiğinde psikolojik ve
sosyal etkisi göz ardı edilemeyecek seviyede olabilmektedir.
Aslında bu yazının
kaleme alınması Reza Aslan’ın ‘Zelot’ ve Richard Dawkins’in ‘Tanrı Yanılgısı’
eserlerinden sonra tasarlanmış olmasına rağmen, daha ziyade Hıristiyanlık
eleştirisi olarak kategorize edilebilecek bu kitapların ardındansa, içinde
bulunduğumuz topluma daha içkin olan dine dair bir kitap olan Yakup Kadri’nin
‘Nur Baba’ eserinden sonraya denk getirilmiştir. Nitekim bireyin farklı bir toplumun
değerlerini tenkit etmesi kolay iken, kendi yaşadığı kültürel coğrafyaya
yönelik benzer bir tutuma almasının daha doğru ve isabetli olacağına inanmaktayız.
Devlete, dine, ideolojiye ve toplumsal hayata dair bu tarz söylemlerin riyakârlıktan
uzak olduğunu, belki canımızı acıtsa bile bizi daha kuvvetli kılacağını bilmeliyiz.
Devletin mutlak ve
sürekli emretme gücüne atıfta bulunan egemenlik, günlük hayatın sisteme
kavuşturulmasında seküler ve teokratik olarak tanımlanan ve
birbiriyle çelişen iki ayrı kaynağa işaret etmektedir. Devletin bahsi geçen
egemenlik yetkisinin, toplumu oluşturan bireylerin iradelerinin kümülatif
toplamı olarak halka mı, yoksa göklerden gelen ilahi bir kudretin lütfu olarak
tanrıdan mı geldiği tartışması, devlet erkinin kararlarını uygulatma gücü
bağlamında önemli bir noktaya işaret etmektedir. Zira bahsi geçen cebir
yetkisine sahip devletin kararlarını ancak Rousseau gibi ‘halk iradesi’ne
dayalı bir yönetimde sorgulama ve hatta bu kararlara itiraz hakkına sahip
olabiliriz. Eğer yönetme erki göklerden gelen bir lütuf veya hak olarak
algılanırsa, bu durumda yöneticinin (birçok durumda bir kral veya kraliçe)
aldığı kararların sorgulanması mümkün olmayacaktır. Sorgulama hakkının, yani
akıl süzgecinden geçirme yetkisinin, kişinin elinden alınması ise bir nevi
zombi toplum yaratmaktır.
Yazımızın amacı
demokrasinin ve ‘halk iradesi’nin yüceltilmesi değildir; hedefimiz, dogmatik bazı
düşüncelerin insanı hayvanlardan ayıran en önemli özellik olan aklın devre dışı
bırakılmasına itirazımızı vurgulamaktır.
Bütün din sistemleri
savaşı tercih edilmeyen bir araç olarak kötülemekte ve kaçınılmasını salık
vermektedir. Ancak tarih boyunca gerçekleşen savaşların kahir ekseriyeti, her
ne kadar altında yatan neden ekonomik olsa bile, din ve inanç temellidir. Bir
hükümdarın buyruğu altındaki halkı dini veya ideolojiyi kullanarak savaşa da
fakir bir hayat sürmeye de ikna etmesi zor olmamıştır.
Bilinen peygamberlerin
çoğunluğunun geldiğine inanılan Orta Doğu bölgesi de tarihsel süreç içerisinde
dünyadaki en büyük şiddet olaylarının merkezi olagelmiştir. Dinlerin şiddeti
çağrıştırmadığı önkoşul olarak benimsenirse, dinin emirlerinin uygulanması için
yapılan çağrıyı yapan yöneticilerin aldıkları kararların sorunlu olduğunu kabul
etmiş oluruz ki dinin emir ve yasaklarını sıradan halka anlatan ‘ruhban’ sınıfı
veya bizdeki karşılığı ‘ulema’nın pozisyonunu da bu doğrultuda tartışmaya açmış
olmaktayız. Aslında son tahlilde bireylerin bu kararları sorgulama
mekanizmasının doğru bir şekilde çalıştırılmadığı, tam aksine doktrin şeklinde
davranış mekanizmalarının tasarlandığı görülecektedir.
Şurası kesindir ki, din
kavramı belirli seviyede dogmatizmi içermektedir. Yoksa dinde aklın ve mantığın
almadığı, fizik kurallarının açıklayamadığı ve konudan bihaber olanlara izahının
yapılması zor konuların listesi hayli kabarıktır. Hz. Muhammed’in bir gecede
cennete gittiğine inanılan ‘miraç’ hadisesi, Hz. İsa’nın suyun üstünde
yürümesi, Hz. Musa’nın Kızıldeniz’i yarması, ateşin Hz. İbrahim’i yakmaması
gibi listeyi daha da uzatmak mümkündür. Bu türden bir anlatının normal
şartlarda - veya en azından günümüz koşullarında - taraftar bulması olası olmadığı
gibi, anlatana psikiyatrik bir tedaviyi de gerektirebilmektedir. Bunun örneğini
kendini peygamber veya mesih ilan eden çeşitli kişilere yönelik yaklaşımlarda
görebilmekteyiz. Din, bu bağlamda inanlardan tam bir teslimiyet, sebat ve
sorgusuz kabul talep etmektedir. Bu önkoşulu kabul ederek, sorgulamadan, dinin
gereklerini yerine getirenlere de sonsuz mutluluk, yani cennet, vaat
edilmektedir. Bu vaat işe yaramış olmalıdır ki din, günümüzde bile yeni
inananları bünyesine katmaya devam etmektedir.
Sorgusuz kabulün yanı
sıra dine/inanca yönelik sonsuz bir saygının hak edildiğine de inanılmaktadır.
Öyle ki, bir kişi, ateist olsa dahi, kendi inancı dışındaki diğer dinlere karşı
saygısız hareketlerden veya söylemlerden kaçınmak zorunda hissetmektedir. Gidişat,
dine yönelik en bariz eleştirilerin dahi sadece espri mahiyetinde kalmasına
doğru evrilmektedir. Aslında bu yazının konusu da, yine biraz yukarıda kalan
saygı kapsamında, mucizelere ve dogmalara dokunmadan, dinin içine giren bazı
eklemelerin ya da hurafelerin fark edilmeksizin uygulanmaya devam etmesine
yönelik itirazdır.
Hâlbuki türbelere çaput
bağlamak, kurşun döktürmek, muska yazmakla bazı rakamların uğurlu, nazar
boncuğunun ise etkili olduğuna inanmak için böyle bir saygı ibaresinden
bahsedilememektedir. Veya Zeus’a ya da Thor’a inananlar ciddi komedi malzemesi
bile sayılabilir. Nasıl ki bu inanışlar eleştirilebiliyorsa, dinin temel
ögelerine yönelik sorgulamalara da izin verilmelidir. Bu satırların yazarı,
sorgulandıktan sonra ayakta kalan inancın daha sağlam olduğuna inanmaktadır. Bu
nedenle eleştirilemeyecek herhangi bir değer olmamalıdır. Zaten herhangi bir
inanç sisteminin (buna rahatlıkla siyasi ideolojileri de katabiliriz) sorgulanmaktan
kaçmadığı kanaatine varmaktayız. Bireylerin, kimliğin en temel unsurlarından
bir tanesi olan dini inanca yönelik eleştirilere karşı hassas ve alıngan tutumu,
bu türden sohbetlerin sınırlı kişi mekanlarda hapsolması sonucunu doğurmakta;
dolaylı olarak konunun tabu mahiyetinde kalıp kabuğuna sıkışmasına neden
olmaktadır.
Bahsedilen tabuları
tanıyan Yakup Kadri Karaosmanoğlu, içinde yaşadığı Türk toplumunu çok iyi bilen
ve buna dair gördüklerini etkileyici bir şekilde kaleme alabilmiş
yazarlarımızdandır. ‘Yaban’, ‘Kiralık Konak’ ve ‘Sodom ve Gomore’ gibi toplumsal yergi de içeren klasik romanları,
yazarımızın hayatı ve insanları tanıma kapasitesini göstermektedir.
‘Nur Baba’ ise, İslam ile bağdaştırılan Alevi inancına sahip bir
tekkenin içinde yaşananlar ve tekkenin şeyhine olan körü körüne tapınmanın
kişiyi (müritleri) nasıl bidat ile yüzleştirdiğini anlatmaktadır. Yazıldığı
dönemde oldukça eleştirilen, şimdi bile okunduktan sonra ağızda buruk bir tat
bırakan roman, insanın en büyük gücü olan aklı devreden çıkardıktan sonra nasıl
bir boşluğa düşebildiğini resmetmektedir. Tekke müritlerinin kendilerini nasıl
diğer inanç gruplarından farklı ve üstün varsaydıkları, bağlı oldukları şeyhin
nasıl günahlardan azade görüldüğü, şeyhlerinin istediklerinin nasıl dinin farzı
gibi algılandığı, şeyhin her türlü dünyevi hazza ilişkin dürtülerinin doyuma
eriştirildiği, buna karşı duruş sergilemenin ise bir nevi aforoz ile
sonuçlandığını görmek inanılmaz bir serüvendir.
‘Nur Baba’nın anlattığı hikâye her ne kadar bir Alevi dergâhında
geçse de benzer hikâyelerin farklı inançlardaki birçok tekkede farklı
bağlamlarda günümüzde bile yaşandığı bilinen bir gerçektir. ‘Cinci hoca’
vakaları ile kendini ‘Mesih’ ilan edenler bunun en bariz örneklerindendir.
Romanın bize göre en
temel fikri, kişinin akıl ve mantık çizgisinden çıktığı zaman, normal şartlar
altında yapması en olasılık dışı davranışları bile yapabildiği ve ikna olmuş
bir şekilde bu eylemleri yaparken beyninin yıkandığını ise asla fark edememesidir.
Otokontrolünü kaybedip yakın çevresinin uyarılarına kulağını kapatan insanların
uğradığı maddi ve manevi yıkım bu doğrultuda kaçınılmaz olmaktadır.
Tarihin tekerrürüne bir
örnek teşkil edebilecek bu gibi vakaları okumak ve romanlara sadece kurmaca
birer metin gibi değil, aksine hayatın aynası gibi yaklaşmak doğru olacaktır.
Bu kitabın böylesine bir zihinsel güdülenmeyle okunması durumunda alınan tat
daha da artacaktır.
EMEGINE SAGLIK. Greetings from Poland.
YanıtlaSildesteğiniz için teşekkür ederim. :)
SilEmeğine sağlık roman hakkında yaptığın açıklama için çok teşekkür ederim
YanıtlaSil