KİTAP ADI:
KIRK YEDİLİLER
YAZAR:
FÜRUZAN
Genel
Bakış
İçinde yaşadığımız bilgi çağında, bilginin etkisini kavrayamayan toplumların
ilerleme kaydedemezler. Bilgiye ve bunun nasıl kullanılacağı ile ilgili
uzmanlığa (know-how) büyük
miktarlarda para ve zaman harcanmasının nedeni, maddi ve manevi kazanımlardır. Bu
bağlamda üniversitelerin bilgi üretme ve geliştirme çabaları, bütün büyük devletlerce
teşvik edilmektedir ki bahsi geçen kurumların ürettikleri bilimsel bilgi
dağarcığı genişlemekte ve patent başvuruları ciddi anlamda artmaktadır.
Ülkemizde ise üniversitelerin patent başvuru sayılarının, Batılı
ülkelerdeki muhataplarıyla kıyaslandığında maalesef geride kaldığı
gözlemlenebilir. Yine benzer bir kıyaslamayı bilimsel makale sayıları ve sosyal
deneylerde de görmek mümkündür. Bunun nedenlerinin incelenmesiyle müfredat ve
eğitim tekniği açısından değerlendirmeler yapmak farklı bir uzmanlık
gerektirdiğinden bu konuyla ilgili olarak derin analizler yapılmayacaktır.
Ancak belirtmeden geçmemek gerekir ki öğretme yerine ezberletme amacından
vazgeçilmedikçe ve öğretilen bilginin öğrencinin gelecek hayatında nasıl önemli
olduğu hakkında ikna edilmedikçe istenilen sonuca ulaşılamayacağını kestirmek
zor değildir.
Bilginin üretimi ve geliştirilmesi için farklı fikirlerin yarışması ve
rezilyantı (resilience) yüksek bir
bilgiye ulaşılması gerekmektedir. Üniversitelerde akademik kadro ve müfredatın
kalitesi kadar öğrenciler için özgür düşünce ve tartışma ortamının sağlanması
da rezilyantın sağlanması bağlamında elzemdir. Dogmalardan uzak ve sorgulayan
genç zihinlerin, her ülkenin en değerli hazinesi olduğu konusunda herhangi bir
görüş ayrılığı bulunmamalıdır.
Yine, gençlerin deneyim eksikliği nedeniyle uğradıkları ayrımcılık gibi
kadınların da zayıf oldukları iddiasıyla geri planda kalmaya zorlandıkları bir
atmosfer, ilerlemeci olmamasının yanı sıra herhangi bir gelecek de vaat
etmemektedir. Bu nedenle üniversitelerin, ‘evren şehir’ adına layık bir şekilde,
cinsiyetçi klişelerden ve her türlü benzer sabit görüşlerden muaf olarak düşünce
üretmelerinin altyapısı hazırlanmalı ve buna ilişkin gerekli tüm düzenlemeler,
ileride değiştirilmeye mahal bırakmayacak bir halde yapılmalıdır.
Kitap Hakkında
47’liler, yani 1947 yılında doğanlar, aslında 20’li yaşlarını yaşayan meşhur
68 Kuşağını ve o dönemi anlatan başarılı bir dönem romanıdır. Üniversitelerdeki
sağ-sol olayları ve ülke genelindeki ideolojik bölünmeyle birlikte gelen şiddet
eylemleri kitabın önemli bir kısmını teşkil etmektedir.
1960’lı yılların, dünyadaki çift kutuplu sistemin dönüşmeye başladığı
yıllara tekabül ettiğini hatırlatmak gerekmektedir. Bloklar arası ideolojik
kaymaların yanı sıra bazı ülkelerin SSCB ve ABD gibi başat güçlerden bağımsız
hareket etmekte daha istekli davranmaları, bazı merkez devletlerin/ hükümetlerin
kendi halklarına yönelik baskısını arttırmıştır. Bu durum ise ülke içinde
muhalefet dalgasının artmasına sebebiyet vermiştir. Fransa’da 1968 yılı Mayıs
ayında başlayan üniversite öğrenci olaylarının, ayrıca o zamanki adıyla
Çekoslovakya’da üniversitelerde aynı dönemde devam eden protesto gösterilerinin
bizim ülkemizi etkilememesi beklenemezdi.
1960 darbesinden sonra ülkemizde yürürlüğe sokulan ve dünyanın en
özgürlükçü anayasalarından biri kabul edilen 1960 Anayasası’nın getirdiği
ortamda üniversitelerde politizasyon üst seviyelere gelmiştir. O dönem
üniversitelerde yaygın olan ve kendilerini ‘antiemperyalist’ olarak tanımlayan ‘sol’
gruplarla kendilerini ‘antikomünist’ olarak tanımlayan ‘sağ’ grupların fikirsel
düzeydeki karşıtlığı 1968’de ilk kanın dökülmesi ile farklı bir boyuta
gelmiştir. Elbette tüm bu olaylarda üniversiteleri ve gençliği sorumlu
göstermek doğru değildir. Karşıt görüşteki grupların arasına emperyalist ve
kanun dışı örgütlerin sızıp gençlerin deneyimsizliğinden faydalanarak olayları
kontrol edemeyen devlet otoritesini sorgulamak gerekmektedir.
Firuzan’ın yazdığı bu dönem romanı, hem 1971 Muhtırası öncesinde ülkedeki
bölünmüşlüğü hem de toplumda tüm bu siyasi kutuplaşmadan uzak kalan apolitik
insanları göstermektedir. Anadolu’da yaşayan ve büyükşehirlerdeki karmaşadan
uzak ‘hayat gailesi’ içerisindeki halkın tüm bu olan bitenden ayrı hedefleri ve
hassasiyetleri olduğu okuyucuya hatırlatılmaktadır.
Hikayenin geçtiği dönemde toplumsal cinsiyet eşitliği henüz ülke gündemine
getirilmemiştir. Çalışan ve bekar kadınların “hafif kadın” sayıldığı, hele
kariyer basamaklarını çıkmayı başarmış olanların ise namussuzlukla itham
edildiğini günümüzde de yaşadığımızı düşününce, toplumsal olarak ne kadar
ilerlediğimizi sorgulamamak okuyucular için imkansız hale gelecektir.
“Padişahın en küçük kızı, erkek
kıyafetine girip sihirli narı bulmuş, saraya ulaştırmış. Şehzade yer yemez
iyileşmiş. Sultan kim var kim yok toplanıp kimdir bu yiğit diye sorup
soruşturmuş.” Bazı başarılara ancak erkeklerin ulaşabileceğini göstermesi
bakımından kitapta geçen bu anekdotun, kadına yönelik bakış açısını daha iyi
açıkladığını düşünüyorum. Bu alanda günümüzde bile ilerleme kaydedildiğini
söylemek doğrudan uzaklaştığımız anlamına gelecektir.
Kitapta yine kadınlara yönelik en büyük ayrımcılığın maalesef hemcinsleri
tarafından yapıldığını görmek mümkündür. Sırf başarılı olamadığı veya
hemcinsini kendisine rakip gördüğü için bir başka kadını karalamaktan
çekinmeyen insanları etrafımızda görmek her ne kadar rahatsız edici olsa da hayatın
gerçeği olmaya devam etmektedir. Romanda, kendi dönemimizde bile şiddetle
hissettiğimiz cinsiyetçi yaklaşımlar ve kadına yönelik negatif önyargılar arka
planda inceden inceye görünür kılınmaktadır.
Öte yandan taşrada yaşam, ‘kızını hayırlısıyla baş göz etmek’, ‘namusuna
laf getirmemek’, ‘ailenin adına leke sürdürmemek’, ‘sülalenin gurur kaynağı
olacak bir işe sahip olmak’ ve ‘etliye sütlüye karışmadan ve kimseye muhtaç
olmadan yaşamak’ gibi mottolarla devam etmektedir. Enflasyona yenilmemek, ay
sonunu getirebilmek ve ailesinin geçimini sağlayabilmek gibi minimal beklentiler
varlığını sürdürmektedir. Köy kahvelerinde ideolojik tartışmaların yerine
futbolla ilgili fikir ayrılıklarının olduğunu unutmamak gerekir. Radikal olma ve
konudan uzaklaşma pahasına söylenecektir ki bu ülkede futbol üzerine yapılan kavgalar,
ideolojik şiddet olaylarından daha fazla sayıda gerçekleşmiştir.
Aslında ülke gündemi gibi gösterilen ve yazılı-görsel medyada günlerce uzun
uzadıya ısıtılıp sıcak tutulan konuların, belki de sıradan insanların nasıl
gündemi bile olmadığını da hatırda tutmak gerekmektedir. İdeolojik ayrılıklarını
değersizleştirmeden, bu konuların sıradan halkın ne kadar ilgisini çektiğini
iyice düşünmek gerekmektedir.
Sonuç
Dönem romanları, bir ülkenin siyasi tarihini anlamak ve sosyal hayatını
kavramak için çok elverişlidir. Türkiye’de resmi tarih yazımının çok partili
yaşama geçtikten sonra devam etmemesi, biz bireyleri farklı okumalar yapmak
durumunda bırakmaktadır. Köy Enstitüleri ve kapatılması, 1960 Darbesi ve
öncesindeki olaylar, 1971 Muhtırası ve devamındaki gelişmelerle 1980 Darbesi ve
koşullarını anlayabilmek için karşıt görüşlerdeki tarihçi ve yazarların görüşleriyle
kitaplarını okumamız gerekmektedir.
Kitapta, bundan 40 küsur sene öncesi anlatılmasına rağmen genç okuyucuların
belki isimlerine aşina olmayabileceği ama genel çerçeve itibari ile hiç de
yabancılık çekmeyeceği bir ambiyans yaratılmıştır. 68 Kuşağının efsane isimleri
yerine ‘adsız kahramanları’ anlatılarak olayların insancıl tarafı
gösterilmiştir.
Firuzan’ın ‘47’liler’ kitabını sadece siyasi tarih bilgilerini edinmek için okumanın fayda getireceğini sanmıyorum. Ancak o dönemde halkın nabzını tutup bize sade ve akıcı bir dille aktaran bu romanı tavsiye ediyorum. Birçok konuyu tek bir romanla aktaran yazarın anlattığı karakterler arasında kendinizi, ailenizi ve belki de yakınlarınızı bulabilirsiniz. Bahsedilen bu özellik, bizlere kitabın ne kadar özgün ve içtenlikli yazıldığını göstermektedir.
Teşekkürler Admin. Bu dönem romanını okumak ve kitaplıktaki yerini vermek şart oldu artık.
YanıtlaSilPolonya'san sevgiler...
Silİlk fırsatta okuyacağım bir kitap teşşekkür ederim
YanıtlaSil