Ana içeriğe atla

SEBASTIAN HAFFNER - BİR ALMAN’IN HİKAYESİ


KİTAP ADI:

BİR ALMAN’IN HİKAYESİ

YAZAR:

SEBASTIAN HAFFNER

Macar asıllı ünlü düşünür Ervin Laszlo, sosyal değişimi açıklarken geleceğin nasıl şekillenebileceğine dair öngörülerde bulunmuş ve zamanın dairesel, spiral, doğrusal veya kaotik bir şekilde ilerleyebildiğini tartışmıştır. Basitçe ifade etmek gerekirse, Lazslo’nun teorileri tarihin tekerrür mü ettiği, yoksa tekâmül ederek mi ilerlediği sorusuna odaklanır. Bu bağlamda tarih yalnızca geçmişin bir yansıması değil, aynı zamanda geleceğe dair ipuçları sunan dinamik bir süreçtir. Nitekim tarih, helezon biçiminde gelişmekte; geçmişte yaşanan bazı olaylar, benzer koşullarda tekrar etse de her defasında farklı bir biçim alarak ilerlemektedir. Bu bakış açısıyla, geçmiş sadece anlaşılması gereken bir olgu değil, aynı zamanda bugünü kavramak ve geleceğe yön vermek için bir rehber olarak değerlendirilmelidir.

Tarihi sadece devletler arasındaki ilişkiler bütünü olmaktan çıkaran mikro tarih anlatımının etkisi üzerinde daha önceki yazılarda durulmuştuk. Tekrara düşmemek adına, Sebastian Haffner’in bu eserinin, tarihsel süreçleri daha derinlemesine anlamamıza nasıl katkıda bulunduğunu vurgulamayı amaçladık. 1907 doğumlu olup 1999’da vefat eden Haffner, belki de dünya tarihinin en zor dönemlerinden birine tanıklık etmiş bir neslin üyesidir. İki dünya savaşı ve Soğuk Savaş gibi büyük küresel çalkantıları yaşamış olan bu kuşak, günümüz gençliğine şükrettirecek bir hayat sürmüştür. Haffner, Birinci Dünya Savaşı sırasında çocukluk yıllarını geçirip iki savaş arası dönemde gençliğini yaşamış bir Alman olarak, bu dönemin jenerasyonunun ruh halini, Bir Alman’ın Hikayesi adlı eserinde etraflıca ele almıştır.

1919 yılında imzalanan Versay (Versailles) Anlaşması, Almanya’yı adeta esir alan bir metin olarak yürürlüğe konulmuştur. Savaşı başlatan taraf ilan edilen Almanya, ağır tazminatlar ödemeye mahkûm olmuş, askeri ve ekonomik kısıtlamalarla karşı karşıya kalmış ve ayrıca ciddi toprak kayıpları yaşamıştır. Bu durumu, Osmanlı Devleti ile imzalanan Mondros Mütarekesi ile karşılaştırmak mümkündür.

Benzer şartlar, bizim topraklarda İstiklal Savaşı’nın başlamasına sebebiyet vermiş ve bu zaferin ardından ekonomik ve siyasi ikbal için yoğun çabalar harcanmıştır. Almanya’da ise ciddi ekonomik krizler ve yüksek enflasyonla mücadele eden halkın yaşadığı acizlik, işler acısı şekilde anlatılmıştır. Dolar kuru, hareket baş döndürücü bir hareketle, 1919 yılında 4,2 Alman Markı seviyesinden, 1922 başında 400 Marka, yılsonunda ise 4,2 trilyon Marka yükselmiştir. Saatler içinde değişen ekmek fiyatları, valizlerle taşınan ancak ay sonunda hiçbir değeri kalmayan maaşlar ve insanların farklı yatırım araçlarını kullanarak ekonomide panik ve stres ortamını körüklemesi, okunmaya değer önemli ayrıntılardır.

Almanya’da Nazilerin seslerini yükseltmesine ve kendilerine bir zemin bulmalarına yol açan bu sosyoekonomik krizler, kültürel deformasyonu da tetiklemiştir. Milli gururları zedelenmiş ve aşağılanmış hisseden Almanların hassasiyetlerine hitap eden Hitler ve partisinin elde ettiği başarının arkasındaki toplumsal temeller, kitap boyunca akıcı bir şekilde anlatılmıştır.

Bir Alman’ın Hikayesi’ aynı zamanda Hitler’in iktidara gelişini ve savaşa kadar olan süreçte toplum mühendisliğinin nasıl işlediğini de anlatmaktadır. Radyo ve gazeteler aracılığıyla kesintisiz bir sansür ve propaganda mekanizması işletilmiş, Yahudiler ve diğer istenmeyen gruplar üzerinden kasıtlı bir ‘öteki’ yaratma politikası uygulanmıştır. Nazizm’in karşısındaki tüm ideolojiler yasaklanarak muhalefet susturulmuştur. Eğitim müfredatı köklü bir değişikliğe uğratılmış, genç kuşaklar rejime sadık bireyler olarak yetiştirilmek üzere iktidarın belirlediği ilkeler doğrultusunda yönlendirilmiştir. Özellikle Yahudilere yönelik olmak üzere, toplumun farklı kesimlerine karşı sistematik ayrımcılık politikaları devreye sokulmuş ve kamusal alanlar “arileştirme” adı altında yeniden düzenlenmiştir. Muhalif isimlerin susturulduğu, korkunun bir yönetim aracı olarak kullanıldığı bu atmosfer, kitap boyunca okuyucunun iliklerine kadar hissettirilmiştir.

Bu kitap, yalnızca tarihin belirli bir dönemini anlamak için değil, günümüzle ilgili kritik çıkarımlarda bulunmak amacıyla da okunmalıdır. Zira küresel olarak yaşanan ekonomik çalkantılar, muhalefet üzerindeki medya baskısı, anayasal kurumların aşındırılması, yargının siyasallaşması ve en nihayetinde iktidarın otoriterleşmesi, günümüzde sıkça karşılaşılan manzaralar haline gelmiştir. Bu nedenle Haffner’in kitabını bir uyarı olarak algılamalı, demokratik değerlerin nasıl adım adım aşındığını ve buna bireylerin nasıl alıştığını etraflıca değerlendirmeliyiz.

Ekonomik istikrarsızlıkların ve artan işsizlik dönemleri, toplumun güçlü bir lidere temayülünü güçlendirebilir. Ancak bu durum, seçilmiş bir hükümetin iktidarını pekiştirmesine ve otoriter bir nitelik kazandırmasına zemin hazırlayabilir. Irk, din ve göçmenler gibi hassas konular bilinçli bir şekilde manipüle edilerek nefret söylemi siyasetin değişmez bir unsuru olabilir. Seçmen kitlesini konsolide etmek amacıyla yaratılan bu gibi ayrıştırmalar, medya ve diğer propaganda aygıtları aracılığıyla topluma sistemli bir şekilde empoze edilebilir.

Eğer bu sahneler dünyanın herhangi bir köşesinden aşina gelmediyse, kendimizi şanlı hissetmek yerine medya okuryazarlığımızı güçlendirerek farkındalığımızı arttırmalıyız. Herhangi bir konu hakkında tek bir kanala bağlı kalmamalı, farklı perspektif ve kaynaklardan bilgi edinerek çevremizi de bu konuda bilinçlendirmeliyiz. Nefret söylemini öncelikle kendi hayatımızdan söküp atmalı, açık ve sağduyulu bir diyalog ortamı yaratarak önyargıların kırılmasını sağlamalıyız. Demokratik kurumlara yönelik saygımızı göstermek adına seçimlere ve diğer karar verme süreçlerine aktif bir şekilde katılmalıyız. Bu hassasiyetin gelecek kuşaklara da aktarılması hepimizin sorumluluğudur. Bütün bu adımların etkili bir şekilde uygulayabilmek için kendimizi geliştirmeye usanmadan devam etmeli, günceli takip ederken kitaplarla bağımızı koparmamalıyız. Son olarak, Haffner’in yaşadığı dönemdeki hatalardan ders alarak, kendimizi başka bir ülkede siyasi mülteci olarak bulmamamız için bu konunun hassasiyetinin farkına varmalıyız.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

NUR BABA - YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU

KİTAP ADI: NUR BABA YAZAR: YAKUP KADRİ KARAOSMANOĞLU Din, insanın kendi kimliğini belirlemesindeki en önemli unsurlardan bir tanesidir. Bireyin inanç ile ilgili duruşu, ‘ben kimim/neyim?’ sorusuna verilen cevabı tamamladığı için önemlidir. Dinin dogmatik niteliği düşünülürse, kişinin inancını tanımlaması, kimliğin belki de en hassas göstergeleri arasında yer almasına sebebiyet vermektedir. Zira bireyin kendisini bağlı hissettiği din, bireyin hayat tarzını derinden etkilemekte, değiştirilmesi pek tercih edilmemekte veya değiştirildiğinde psikolojik ve sosyal etkisi göz ardı edilemeyecek seviyede olabilmektedir. Aslında bu yazının kaleme alınması Reza Aslan’ın ‘Zelot’ ve Richard Dawkins’in ‘Tanrı Yanılgısı’ eserlerinden sonra tasarlanmış olmasına rağmen, daha ziyade Hıristiyanlık eleştirisi olarak kategorize edilebilecek bu kitapların ardındansa, içinde bulunduğumuz topluma daha içkin olan dine dair bir kitap olan Yakup Kadri’nin ‘Nur Baba’ eserinden sonraya denk getirilmiştir. Nit...

GULAG TAKIMADALARI - ALEXANDER SOLJENITSIN

KİTAP ADI:  GULAG TAKIMADALARI YAZAR: ALEXANDER SOLJENITSIN Kıt kaynakların etkin bir şekilde kullanımı olarak tanımlanan iktisat, hiç şüphesiz toplumsal hayatın merkezinde olan bir kavramdır. Eğitim düzeyi fark etmeksizin her insan, günlük hayatında ‘iktisat etmek’ veya ‘ekonomi yapmak’ gibi terimleri sürekli kullanmaktadır. Ekonomi, sosyolojik ve psikolojik parametreleri etkilediği gibi siyasi hayatta da kendisine sürekli atıf yapılan bir mefhumdur. Demokrasilerde seçimler öncesinde bu minvalde vaatlerde bulunulmasının nedeni budur. Yine vatandaşların da ekonomiyle ilgili vaatlere daha fazla önem vermesi bu şekilde açıklanabilir. Gündelik kullanımı bu denli yaygın olan bir kavram, elbette ki akademik tartışmalara da ilham vermiştir. Adam Smith, Karl Marx, John M. Keynes, David Ricardo gibi günümüzde dahi atıfta bulunulan teorisyenler, hayatı farklı ekonomik perspektiflerden değerlendirmişlerdir. Artı değer, emek değer teorisi, emeğin sömürüsü, görünmez el, karma ekonomi, vb. kavr...